Başbakan Sn. Ahmet Davutoğlu’nun “Türk Dönem Başkanlığı’nın G20 Gündemi” başlıklı Uluslararası Finans Enstitüsü Konferansı’nın Açılışında Yaptığı Konuşma – 9 Şubat 2015
Gerçekten çok üst düzeyde bir katılımla gerçekleşiyor bu toplantı. Türkiye’nin G20 Dönem Başkanlığı altında gerçekleşiyor. Tabii dünya ekonomisi ve dünya siyasetiyle alakalı bir şey konuşacaksanız İstanbul bunun için çok güzel bir yer, harika bir yer. Çünkü İstanbul geleneksel dünya ekonomi yapısının, modernite öncesindeki yapısının merkeziydi ve bildiğiniz gibi Avrupa’dan Asya’ya oradan da Afrika’ya giden İpek Yolu İstanbul üzerinden geçiyordu. Ayrıca ekonomik, ticari ve kültürel etkileşimin merkeziydi İstanbul. Tarihi istatistiklere baktığımız zaman, İstanbul 17. yüzyılda dünyanın en büyük şehriydi. 1597 yılında yapılan çalışmaya göre nüfus bakımından en büyük şehri İstanbul, ikincisi Pekin, üçüncüsü de Kahire’ydi. Bu şehirlerden iki tanesi Osmanlı imparatorluğu içerisindeydi ve geleneksel ekonomi Akdeniz çevresinde bu bölgedeydi. Sanayi devriminden sonra elbette ki İstanbul önemli bir şehir olmaya devam etti. Çünkü bir ticari işlem merkezi haline geldi. Sanayi ürünlerinin geleneksel toplumlara iletilmesinde de önemli bir nokta oldu.
Siz de zaten son zamanlarda buraya ziyaretlerinizde görüyorsunuzdur, İstanbul çok dinamik bir dönüşüm süreci geçirmekte. Biz İstanbul’u önümüzdeki yıllarda ve on yıllarda dünyada finans ve ekonomi merkezlerinden biri haline getirmeye çalışıyoruz. İşte bu nedenle çok dinamik ve bazen de gerçekten hızlı bir gelecek planımız var. Şu anda İstanbul’da yıllık 150 milyonluk yolcu kapasitesine sahip olacak, dünyanın en büyük havaalanını inşa ediyoruz. Aynı zamanda geçtiğimiz yıl Avrupa’yı ve Asya’yı Boğaz’ın altından geçen Marmaray ile birbirine bağladık.
Dünyanın geleceğini tartışmak, görüşmek durumundayız. Ben buna üç tane boyut üzerinden odaklanacağım. Bunlardan bir tanesi uluslararası bağlam, uluslararası finans sisteminin aktığı ve işlem yaptığı bağlam.
Uluslararası bağlamı, dinamiklerini, aktörlerini, değişimlerini ve dönüşümlerini çok iyi anlamamız lazım. İkincisi ise G20, bu dinamik yapı içerisinde G20’nin nasıl bir rol oynayabileceği ve üçüncü yapı ise bu yıl Dönem Başkanlığında Türkiye’nin ne yapacağı.
Uluslararası bağlama baktığımız zaman şunu söyleyebilirim, son 25 sene içerisinde Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından ve Soğuk Savaşın bitmesinden sonra dünyada çok büyük bir beklenti hasıl oldu. Çünkü liberalleşme, ekonomik büyüme ve demokrasi temelleri üzerinden çok iyimser bir geleceğe doğru bakılmaya başlandı. O zamandan bu zamana elbette ki iyi bir ilerleme sağladık. Çok önemli bir teknolojik dönüşüm yaşadık. Ama uluslararası kuruluşların yapılarında, dünya sistemlerinde birçok sıkıntı yaşamaktayız.
Temel olarak her zaman bu örneği veriyorum, depremler örneğini. İstanbul’da ve Marmara bölgesinde yaşayan insanlar için deprem, krize ve krizi nasıl yöneteceğimize iyi bir örnektir. Çünkü depremlerin ardından artçı şoklar da gelir. 1991 yılında Sovyetler Birliği çöktüğünde Balkanlar, Orta Avrupa, Kafkasya, Karadeniz ve Orta Asya’yı çok büyük bir şok vurdu ve bu saydığım bölgeler bir dönüşüm sürecine girdi. Avrupa birliği ve NATO için iyi bir strateji vardı ve Orta Avrupa ve Doğu Avrupa için güzel bir dönüşüm oldu. Ama Balkanlar’da sıkıntılar yaşandı ve bu sıkıntılar Kosova, Bosna Hersek gibi yerlerde hala devam ediyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün üzerinden 20 sene geçtikten sonra istikrarlı bir ülke olan Ukrayna neredeyse bölünmenin eşiğine geldi ve istikrarsızlığın ülkenin içinde ve dışında devam etmesini kimse beklemiyordu. Jeopolitik bir kayma var ve bu jeopolitik kaymanın sonrasındaki artçı şoklar da devam ediyor.
İkinci deprem ise 2001 yılında 11 Eylül saldırılarıyla gerçekleşti. 2001 yılındaki 11 Eylül olayları gerçekten çok büyük bir şok ortaya çıkardı ve Amerika Birleşik Devletleri’nin güvenli olan büyük şehirlerinde yaşıyorsanız, konvansiyonel açıdan nükleer silahınız varsa, askeriniz varsa güvendesiniz düşüncesini yıktı. Bu düşüncenin yerine “Hiç kimse bundan ari değildir” düşüncesi geldi. Eğer dünyada tam bir güvenlik istiyorsak, “herkes güvende değilse hiç kimse güvende değildir” düsturuyla hareket etmeliyiz. Paris saldırıları, İstanbul’daki saldırılar bize 11 Eylül’deki güvenlik depreminin hala devam ettiğini ve artçı şoklarının hala görülmeye devam ettiğini gösterdi ve önümüzdeki güvenlik sıkıntılarından bir tanesi de bu.
Üçüncü büyük deprem ise 2008 yılındaki küresel finans kriz. Bu, esasında finans sektörü içerisindeki bir finans krizi olarak başladı ama daha sonra bir ekonomik krize dönüştü ardından birçok ülkede sosyal krizler meydana geldi. Çünkü işsizlik gibi konular ortaya çıktı. Avrupa’daki birçok ülkeye bakıyoruz, sosyal istikrarsızlık var. Bu küresel finans krizi hükümet krizlerine ve siyasi krizlere de neden oldu ve Avrupa içerisinde siyasi değişimler yaşandı. Son 7 yıl içerisinde, 2008 yılından beri, Avrupa’nın içerisinde bile bu finansal ve daha sonra da ekonomik krizin sosyal bir sıkıntı yarattığını ve beraberinde de siyasi istikrarsızlığı getirdiğini hepimiz gözlemliyoruz. Yabancı düşmanlığı, İslam düşmanlığı, ırkçılık, göç karşıtı yaklaşımlar, Almanya’daki PEGİDA tarzı hareketler gerçekten hepimizi şok eden gelişmeler ve insanlığın geleceği açısından çok dikkatli olmamız gerekiyor. 1925 yılında, dünyayı ilk ekonomik kriz vurduğu zaman faşist, ırkçı ve yabancı düşmanı yaklaşımlar ortaya çıkmıştı ve bu tip yaklaşımların Avrupa içerisinde ve diğer yerlerde de yükselişe geçtiğini görüyoruz. Bu konuda dikkatli olmamız gerekiyor. Eğer işsizlik varsa ilk reaksiyon başkalarını suçlamaktır. Mesela 1930’larda Yahudileri suçladılar. Şu anda ise Afrikalıları ve Müslümanları suçluyorlar. Bu hepimiz için çok önemli bir sıkıntıdır. Solcu veya sağcı marjinal siyasi hareketlerin şimdi ana akım siyasi hareketler olarak yükselmeye başlaması da çok yakından izlenmesi gereken bir durumdur.
Sryza Yunanistan’da demokratik bir süreçtir. Sayın Çipras ile Aralık ayında Atina’yı ziyaret ettiğimde bir araya geldim ve kendisine saygı duyuyorum. Ama bu, şunun da göstergesidir: ekonomik krizler ana dinamikleri temel anlamda siyasi değişimlere yönlendiriyor. 2008 yılındaki finans krizinin hala artçı şoklarının olduğunu görüyoruz ve bunları çok yakından izliyoruz.
Dördüncü büyük deprem ise siyaset ve güvenlik açısından yaşanmıştır. Bu bağlamda, Arap baharından sonra Ortadoğu’da, Akdeniz çanağı içerisinde bir radikalleşme süreci başlamıştır. Şimdi de önümüzde DEAŞ tipi bir sıkıntı var ve birçoğumuz esasında Arap toplumu içerisinde, Ortadoğu’da demokratik bir dönüşüm olsun ve sağlıklı bir dönüşüm yaşansın diye çok çalıştık, çok çaba sarf ettik. Demokratik Arap gençliğinin demokratik taleplerini destekledik. Ama maalesef Ortadoğu’da demokrasiyi desteklemek yerine bazı otokratik yaklaşımları ve terörist grupları da destekleme durumları ortaya çıktı. Ve şimdi Türkiye ve bölgedeki bütün ülkeler için olduğu kadar dünyanın geri kalanı için çok önemli bir tehlike, çok önemli bir tehdit var. Ortadoğu’da terör veya otokrasi birer seçenek değildir. İşte Ortadoğu’daki bu travma, bu büyük şok sadece Ortadoğu’yu değil bir Japon’u ve Ürdünlü bir pilotu da etkiledi. Artık bu insanların hepsi tehlike altında ve Türkiye de bu olan bitenin tam da merkezinde.
1990’larda yaşanan jeopolitik bir şoktan bahsettim. Biz o zaman yine merkezdeydik. 11 Eylül olduğunda yine merkezdeydik ve İspanya ile dışlayıcı bütün yaklaşımları önleyebilmek için, ortak bir kaderimiz olduğu hissiyatını insanlığa yayabilmek için Medeniyetler İttifakı hareketini başlattık.
Finansal ve ekonomik kriz içerisinde Türkiye performansı en iyi olan nadir ülkelerden bir tanesiydi. Bu krizle başa çıkma konusunda da son 12 yıl içerisinde siyasi istikrar sayesinde ve sürekli devam eden demokratik süreç neticesinde -ki bu 11-12 yıllık süreç içerisinde üç tane genel, iki tane yerel seçimimiz ve bir cumhurbaşkanlığı seçimimiz gerçekleşti ve iki tane referandum yapıldı. Haziran ayında da yeni seçimler var ve ben de şimdi İstanbul il kongresinden geliyorum. Bizim başarımız hep test edildi, sınavlardan geçti. Bizim bu demokratik seçimler vasıtasıyla sergilediğimiz ekonomik performansımıza baktığınızda, 2001 yılındaki Türkiye ekonomisi ile kıyaslarsanız müthiş bir değişim göreceksiniz. Başbakan Yardımcısı Sayın Babacan size istatistikleri vermişti, ben bunları burada tekrar etmeyeceğim. Ama bütün perspektiflerden, bütün bakış açılarından bakıldığında görünen şu: bütçe açığımız sadece yüzde 1.4, borcumuzun gayri safi yurt içi hasılaya daha önce yüzde 25-30’larda olan oranı şimdi yüzde 13’lerde. Bütün istatistikler gösteriyor ki Türkiye bir başarı öyküsü yaratmıştır. İşsizlik bütün ülkeler için çok büyük bir sıkıntıydı ve Türkiye bu konuda çok başarılı oldu. Geçtiğimiz yıl 1 milyon 500 binin üzerinde yeni istihdam yarattık ve küresel krizden bu yana 6 milyona yakın yeni istihdam yarattık. Gayri safi yurt içi hasılamız neredeyse 800 milyar doları geçti. Kişi başına düşen milli gelirimize baktığınız zaman bu da 10 bin doları geçti ve Türkiye şimdi üst orta gelir grubu ülkelerden bir tanesi haline geldi ve gelecek için de gerçekten güzel bir vizyonumuz var. Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. Yıldönümünü kutlayacağımız 2023 yılında Türkiye dünya ekonomisindeki önde gelen ülkelerden bir tanesi olacaktır.
Şu anda Türkiye altıncı en büyük turistik destinasyondur. Turizmimiz de yükseliyor. Sizin de buraya gelmenizle birlikte toplantı öncesinde uluslararası finans yerine başka bir toplantı yapılması önerisini de yaptık. Yalnızca kendi turizmimizi değil uluslararası finansal istikrarı da desteklemek adına. Esasında Avrupa’daki en büyük, dünyadaki en büyük altıncı tarımsal üreticiyiz. Bütün istatistiklerde ekonomimiz büyüyor ve şu anda cari açığımız azalmakta ve enflasyonumuz düşmekte. Bütün pozitif istatistikler gösteriyor ki Türk ekonomisi büyümeye devam edecek ve dünyadaki, Avrupa’daki ve OECD ülkeleri arasındaki en hızlı büyüyen ekonomilerden biri olacağız.
Ben buraya Türk ekonomisinden sitayişle bahsetmeye gelmedim. Ama şunu da söylemek istiyorum, bazı insanlar bana “Bu kritik sıkıntılı dönemde ülkeleri siz nasıl sınıflandırıyorsunuz?” diye soruyor ve ben de şunu söylüyorum: Hem vizyonu hem iyi bir yönetimi hem de yönetilebilirliği olan ülkeler vardır. Bunlar yükselecek olan ülkelerdir. Bu ülkeler yatırım çekerler. İstihdam yaratırlar. İkinci kategoriye baktığınız zaman ise vizyonu ve vizyoner liderleri olmayan ama bir şekilde yönetilebirlikleri olan ülkeler vardır. Statükoyu tutarlar. Ama üçüncü kategoride ne vizyonları, ne yönetilebilirlikleri ne de hükümetleri olan, Suriye gibi, Ukrayna gibi ülkeler vardır ve bu ülkeler ya bölünüyorlar ya da çöküyorlar. Türkiye’nin etrafındaki 6-7 hatta 8 tane ülkeyi bu kategoriye sokabiliriz. Bu farklı ortama, bu zorlu ortama rağmen Türkiye bu ortam içerisinde bir istikrar ve ekonomik kalkınma adası olarak durmakta.
G20 ekonomik krizle mücadele konusunda gerçekten çok güzel bir model ve bu sadece Türkiye için değil küresel ekonomi için de büyük bir şans. Neden şu anda G20 bu kadar önemli? Uluslararası yönetişime baktığımız zaman, uluslararası kuruluşlara baktığımız zaman bunların büyük bir kısmının modasının geçmiş olduğunu söylemem lazım. Bunlar İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya yapısına göre tesis edildiler ve gerçekten bütün uluslararası kuruluşlarda 1990’ların başında bir gözden geçirme yapılması gerekmekteydi. 16. yüzyıldan 17. yüzyıldan şu ana kadar her büyük savaştan sonra uluslararası ekonomik ve siyasi düzenin yeniden düzenlendiğini görüyoruz. 30 yıl savaşlarından sonra Vestfalya Konferansı yapılmıştı. Napolyon Savaşından sonra 19. yüzyılın başında Viyana Kongresi toplanmıştı. Birinci Dünya Savaşından sonra Milletler Cemiyeti kurulmuştu. İkinci Dünya Savaşından sonra Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü ve IMF kuruldu. Esasında Soğuk Savaş da büyük ölçekli bir savaştı ve her şey değişmek durumundaydı. Ama hala mevcut yapılar devam ediyor. Hala aynı Birleşmiş Milletler yapısı içerisindeyiz. Beş ülke Güvenlik Konseyinde veto gücüne sahipler. Bu ülkeler Suriye veya Ukrayna konusunda şu veya bu sebepten bir fikir birliğine varamadıkları zaman bizler bunun bedelini ödüyoruz. Son dört sene içerisinde tek bir kapsayıcı veya konsensusla alınmış bir karar yok Suriye ile alakalı. Bizler neredeyse yirmi beş yıldır toplantılarda uzun uzadıya BM’nin reforme edilmesi gerektiğini konuşuyoruz ama ne BM’nin yapısı ne de misyon açısından atılmış tek bir adım bile yok.
Dünya Ticaret Örgütü çok daha etkili olmalı. Brisbane’deki toplantıda hepimiz bunu söyledik, hepimiz bunu konuştuk ve Dünya Ticaret Örgütüne daha fazla gücün daha fazla kuvvetin, daha güçlü bir mekanizmanın verilmesi gerektiğini söyledik. Prensipte herkes buna uyuyor. Ama birçok ülke hala kısıtlayıcı politikalar uygulamaya devam ediyor. Elbette ki dünya ticareti yılda yüzde 6-yüzde 7 artıyordu. Şu anda artış yüzde 3 yüzde 5’lerde, bunun yüzde 6 yüzde 7 düzeyinde olması gerekir diyoruz. Hepimiz bu konuda hemfikiriz. Dünya ekonomisinin temel parametrelerini değiştirmemiz lazım. Bu yirmi beş sene içerisinde bizler mevcut uluslararası kuruluşları dönüştürmeyi başaramadık.
Ama G20 bir başarı örneği olarak bunların arasından sıyrıldı. 1990’ların sonunda yeni bir mekanizma, yeni bir platform olarak ortaya çıktı. Eski yapı üzerine kurulu değildi, mali konularda önce görüş alışverişinde bulunuluyordu. Akademik hayatıma devam ederken de bu konuda makaleler yazdım, G20’ye hayranlık duyuyordum. G20 P5’ten çok daha kapsayıcı ve gayri resmi bir yapıya sahip bir çatışma çözümleme mekanizması, bir konsültasyon, bir görüş alışverişi mekanizması olarak diğer tüm uluslararası kuruluşlardan sıyrılarak önümüzdeki en iyi seçeneklerden biri olarak duruyor. Daha önce sadece Maliye Bakanları düzeyinde toplantılar yapılırken 2008 ekonomik krizinden sonra G20 Zirveleri toplanmaya başlandı ve bu gerçekten umudu ve beklentileri yükseltti. Zirvelerde 20 ülkenin Lideri bir araya geliyor ve beklenti bu insanların birçok konuyu çözebileceği yönünde. G20 bu beklentiyi karşıladı mı karşılamadı mı konusunda en azından şunu söyleyebiliriz, G20 Soğuk Savaş sonrasındaki döneme adapte edilmiş tek uluslararası organizasyon olarak karşımıza çıkıyor. ASEAN ile Afrika Birliği de kendilerini pozitif bir şekilde dönüştürdüler.
G20’nin kuvveti de esnek karakterinden geliyor. Brisbane’da Liderler Toplantısına meslektaşlarımla birlikte katıldığımda, bu esneklik sayesinde herkes görüşlerini çok samimi ve açık bir şekilde ortaya koydu. Diplomatların, bürokratların uzun uzadıya müzakereler yapıp Liderler için raporlar hazırlaması yerine Liderler bir araya geldiler ve esnek bir şekilde birbirleriyle görüştüler. Bu bir değerdir. Liderler açık fikirli olmak durumundadır. Liderler sadece ve sadece ulusal ekonomileri perspektifinden konuşmamalılar. Aynı zamanda küresel ve insanlığın geleceği perspektifinden de konuşmalıdırlar. Dışişleri Bakanlığım döneminde, üç sene önce çevresel konularda bir araya gelmiştik ve her bir Bakan esasında yazılı metinleri okuyorlardı. 56 tane Bakan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansında çıkıp ulusal pozisyonlarını belirten metinleri okuyorlardı ve bu aslında can sıkıcı da bir şey. Sekiz-dokuz Bakandan sonra ben sözü aldım ve arkadaşlarımızın, meslektaşlarımızın birçoğunun bu resmi metinleri dinlemekten gerçekten sıkıldığını da gördüm. Ve ben, “Ben burada size ulusal metnimizi okumayacağım, bunun yerine sizinle hissiyatımı paylaşmak istiyorum, biz ulus devletlerin Dışişleri Bakanlarıyız, tabii ki ulusal pozisyonumuzu koruyacağız bu her konuda geçerlidir. Ama çevre konusu söz konusu olduğunda bizler ulus devletlerin Dışişleri Bakanları olarak değil, insanlığın İçişleri Bakanı olarak konuşmalıyız” dedim. Çünkü insanlık yoksa, insanlığın varoluşu yoksa ulusal bir çıkar da olamaz.
Aynı şekilde G20 Liderleri olarak hepimiz karşılıklı bağımlılık içerisindeyiz. Çünkü ülkelerimizde olan bir şey diğerini öyle ya da böyle etkiliyor ve G20 Liderleri bir masa etrafında bir araya geldiklerinde “Bizler dünya ekonomisine yön veriyoruz ve bunu farklı pozisyonlarda müzakere ederek değil tek bir vücut olarak yapmamız lazım” diye düşünmelidir. G20 bunu yapmanın doğru platformudur.
İşte bu nedenle G20 Dönem Başkanlığı bir ulusal prestij meselesi değildir, Türkiye için bu bir şanstır. Türkiye, küresel krizin çözümüne katkı yapma şansını bu noktada ele geçirmiştir. Sadece finansal, ekonomik ve siyasi değil aynı zamanda sosyal krizden de bahsediyorum. Bu uluslararası çerçeveye dayalı olarak bizler çok sayıda sıkıntılı konuyla karşı karşıyayız. Jeopolitik, güvenlik, ekonomik, sosyal sorunlarımız da var. G20 doğru platform ise -ki öyle-, biz Türkiye Dönem Başkanlığı içerisinde Dışişleri Bakanlığımız ve diplomatlarımızla kapsayıcılık, uygulama ve yatırım prensiplerinin altını çizmeyi kararlaştırdık ve Dönem Başkanlığımızın önceliklerini bunların İngilizce karşılıklarının baş harflerini oluşturan üç “I” olarak duyurduk.
Neden bu üç tane “I” harfinden bahsediyoruz? Kapsayıcılık diyoruz bunların birincisi olarak. Çünkü kapsayıcı bir yaklaşımınız olmazsa hiç bir sorunu çözemezsiniz. Neden Birleşmiş Milletler sistemi bazı sıkıntıları çözemiyor? Çünkü P5 yeteri kadar kapsayıcı bir noktada değil dünya konularında. Afrikalı yok, Müslüman yok, başka ülke gruplarından gelen kimse yok ama G20 içerisinde gerçekten küresel bir toplumdan bahsediyoruz. Afrikalılar var, Asyalılar var, Avrupalılar var, Amerikalılar var, Müslümanlar var, Hıristiyanlar, Budistler hepsi orada, hepsi aynı masa etrafında. Bu kapsayıcılık hem ulusal düzeyde, hem de uluslararası düzeyde her türlü krizin çözümünde temel anahtardır. Ulusal düzeyde eğer kapsayıcılığınız yoksa sizin sosyal bir uyumunuz, sosyal bir istikrarınız ve demokratik bir süreciniz yoktur. Uluslararası sistemde ise kapsayıcı bir yaklaşımınız yoksa bir düzen kuramazsınız. Kapsayıcılık prensibi konusundaki yaklaşımımız bu. İki tane gündemimiz olacak. Bunlar üç ilke üzerine dayanacak. G20 ile düşük gelirli kalkınmakta olan ülkeler arasında köprü vazifesi göreceğiz. En az gelişmiş ülke yerine düşük gelirli kalkınmakta olan ülke ifadesini kullanıyoruz. Türkiye şu anda en az gelişmiş ülkeler konusunda koordinatör ülkedir, Dışişleri Bakanlığım sırasında BM içerisinde bizim hedefimiz buydu. 2020’ye kadar Türkiye koordinasyonunu yapıyor ve bu ülkelere her yıl 200 milyon dolarlık bir yardım yapıyor. En az gelişmiş ülkelere yardım etme konusunda Türkiye’nin resmi yardım programının toplamı 3,5 milyar dolar. Dünyadaki belki de bu konuda en büyük donör ülke. Ulusal gelir konusunda da Türkiye donör olarak buna katkı yapmakta. Bu düşük gelirli kalkınmakta olan ülkelerin dünya ekonomisinde daha aktif olmalarını istiyoruz. Bu sadece ekonomik adalet için değil. Mevcut ekonomik düzen bu haliyle dünyada sürdürülebilir olamaz. Eğer 650 milyon Afrikalı elektriğe ulaşamıyorsa, elektrik tüketimi yapamıyorsa veya Amerika Birleşik Devletleri’nin birkaç eyaleti hatta sadece New York’tan daha az elektrik tüketiyorsa düzeni sağlayamazsınız dünyada. Ekonomik adaleti tesis etmenin yanı sıra bunun göçün engellenmesi, yani Afrika kıtasından diğer kıtalara insan hareketlerinin de önüne geçilmesinde de etkisi olacaktır. Dünyada da daha iyi bir ekonomik büyüme olacak. Çünkü gelişmekte olan piyasalar olmazsa dünya ekonomisi büyümesini sürdüremez. Akşam yemeğinde mideniz dolduysa daha fazla zaten bir şey yiyemezsiniz örneğin. Eğer bu yemeklerin tamamını tüketmek istiyorsak yeni arkadaşlarımızın olması lazım. Bu yemeği biraz daha fazla insanla paylaşmamız lazım. Yeni pazarlara ihtiyaçlarımız var. Yeni pazarlarla ekonomik büyümeyi biz teşvik edeceğiz. Gelişmekte olan ülkelerde ise demografik yapı her geçen yıl daha da yaşlanıyor ve dolayısıyla nüfus dinamizmine ihtiyacımız var. Eğer nüfus dinamizmini düzgün bir şekilde sağlayamazsanız bu çok büyük bir kriz sebebi olur. Eğer nüfus dinamizminizi iyi bir strateji ile uygularsanız bu iyi bir değer olarak ortaya çıkar. Türkiye bu noktada gelişmiş ülkelerle yani G20 ile en az gelişmiş ülkeler arasında bir köprü olmak istiyor.
Birinci ilkemiz bu. İkinci ilkemiz ise KOBİ’ler. Küçük ve orta ölçekli işletmeler. Aynı şekilde ulusal ekonomideki kapsayıcılıktan bahsediyorsak, küçük ve orta ölçekli işletmelerin desteklenmesi burada çok önemli bir rol oynamakta. Türkiye’de çok büyük firmalarımız var. Ancak toplam katma değerin yüzde 55’i ve toplam istihdamın yüzde 75’i küçük ve orta ölçekli işletmeler tarafından üretiliyor. Ve bizim şirketlerimizin yüzde 99’u da KOBİ’lerden oluşuyor. KOBİ’ler ekonomik adaletin ve ekonomik faaliyetin ülke sathına yayılması için temel araçlardır. Eğer KOBİ’leri desteklersek dünya ekonomisi içerisinde de istihdam yaratırız. Daha az maliyetli sosyal yardım projeleri ortaya koymuş oluruz. İşte bu nedenle KOBİ’ler çok önemli bir konudur bizim için ve Dönem Başkanlığımız içerisinde biz İstanbul’da Uluslararası KOBİ Faaliyetleri Merkezi kuracağız.
Uygulama konusunda G20 elbette resmi bir yapı ama güçlü bir siyasi irade olmazsa başarı da gelmez. Veya dünya Liderlerince alınan kararların uygulanıp uygulanmadığını takip etmezsek bu sonuçsuz kalacak demektir. Tüm bu aldığımız kararların takibi için biz bir takip mekanizması kurmak durumundayız, bu kararların uygulamaya geçirilmesini sağlayarak dünyadaki ekonomiye yüzde 2’lik bir katkı yapabiliriz.
Çalışma Bakanları, Tarım Bakanları, Enerji Bakanları ve Ekonomi Bakanlarının katıldığı toplantılar yapmayı planlıyoruz. Enerji Bakanları gerçekten çok önemli çünkü biz her sabah uyandığımızda petrol fiyatlarını takip ediyoruz, artıyor mu, düşüyor mu, ne oluyor, ne olacak. Dolayısıyla enerji sektörel bir konu değil. Enerji her şeyin tam da kalbinde, küresel ekonominin tam da kalbinde olan bir konu. Eğer enerji fiyatları yükseliyorsa bazı ülkeler çok mutlu oluyor. Eğer düşüyorsa, Türkiye dahil birçok ülke çok mutlu oluyor. Ama bu demek değil ki biz negatif etkilerden ariyiz. Eğer petrol fiyatları düşüyorsa Türkiye için bu iyi bir şey çünkü enerjiye daha az para ödeyecek demek oluyor bu. Çünkü bizim cari açığımızın büyük bir kısmını enerjiye ödediğimiz para oluşturuyor. Ama enerji fiyatları düşerse Rusya’dan bize gelen turist sayısı azalıyor, yani hiçbir konu sadece pozitif veya sadece negatif değil. Dolayısıyla belli adımlar atarken biz bunları göz önünde bulunduruyoruz. Rusya’ya, Irak’a ve İran’a yaptığımız ihracat da petrol fiyatları düşerse düşüyor. Dolayısıyla fiyat düşüşünün turizmde olduğu gibi ihracatta da negatif bir etkisi oluyor. Bu bize şunu gösteriyor, bizim uygulamayı planladığımız şey esasında takip edilmesi çok önemli olan bir şey. Enerji Bakanları toplantılarımızın yanı sıra Tarım Bakanları toplantılarımız olacak. Çünkü gıda güvenliği insanlığın geleceği için çok önemli bir konu.
Üçüncü “I” ise yatırım. Yatırım olmadan mali sistemler hiçbir şey yapamaz. Bu bizim için çok önemli bir konu. Yatırım için uygun bir iklim olmazsa biz üretimi arttıramayız. Aynı zamanda da istihdamı arttıramayız. Ekonomik büyümeyi de sağlayamayız. Daha fazla yatırımımızın olması lazım. Katma değerli yatırımın artması lazım. İşte bu nedenle tüm bu sektörler arası süreç olarak 62. Hükümet Programını Mecliste okurken, Hükümet Başkanı olarak ekonomik kalkınmamızın ikinci fazından, 25 tane sektörel dönüşüm programından bahsettim. 25 tane sektörel dönüşüm programıyla yatırımı nasıl arttıracağız, mevduatları nasıl arttıracağız, maliye yapımızı, finans yapımızı nasıl güçlendireceğiz, ihracatımızı nasıl arttıracağız ve ithalata olan bağımlılığımızı nasıl azaltacağız, nasıl sınırlayacağız, yüksek teknolojili endüstrileri yüksek teknoloji yatırımlarını nasıl daha da yüksek noktaya çekeceğiz? Ve Türkiye ekonomisinindeki büyümeyi bugüne kadar sürdürülebilir kıldık ama aynı zamanda Türk ekonomisini dönüştürmek de istiyoruz. Sadece küresel krizleri kontrol altına almak noktasında değil, bir ekonomik kayma yaşatmak istiyoruz. Türkiye’nin yüksek gelirli bir ülke olma noktasına girebilme potansiyeli var. Ama bunun yanı sıra G20 Dönem Başkanlığında deneyimlerini paylaşma potansiyeli de var. Dolayısıyla konferanslarımız “daha fazla neler yapabiliriz” konusunda bize kılavuzluk edecektir ve bizim buradaki tavsiyemiz G20 Dönem Başkanlığımız içerisinde önümüzdeki yıl faaliyetlerimizi çok daha arttıralım ve bunun sadece İstanbul’da bir araya gelme fırsatı olduğunu ve 1-2 gün ile sınırlı olduğunu düşünmeyelim. Sayın Dışişleri Bakanımız, Sayın Başbakan Yardımcımız, Merkez Bankası Başkanımız hepimiz buradayız. Fikirlere açığız. Dönem Başkanlığımız süresince ne yapabiliriz? Sizleri çok dikkatli dinleyeceğiz ve tüm tavsiyelerinizi bütün fikirlerinizi dinleyeceğiz ve Türkiye’nin G20 Dönem Başkanlığını başarıya ulaştırmaya çalışacağız. Konferans için ve teşrifleriniz için teşekkür ediyorum.